Toplumsal Cinsiyet Kuramı Açısından Cemil Süleyman’ın Siyah Gözler İsimli Romanı… Fecr-i Ati… Korhan Altunyay… Korhan Altunyay’ın 2021 yılında yayımlanan Kurmacanın Gizemli Dünyası Yaratıcı Yazarlık kitabındaki makalesi… Detaylar için tıklayınız.

Toplumsal Cinsiyet Kuramı Açısından Cemil Süleyman’ın Siyah Gözler İsimli Romanıtoplumsal cinsiyet

Giriş

Toplumsal cinsiyet kuramı, modern toplumda kadın ve erkek rollerini incelemekte ve edebiyat eleştirisinde de çok sık kullanılmaktadır. Kadınlık ve erkeklik rolleri, edebi eserlerde temsil edilmektedir. Kahramanlar, toplumun üyesidir ve toplumsal kodları üzerlerinde taşımaktadır. Edebiyat-toplum ilişkisi açısından güçlü bir veri sunan edebiyat eserleri; toplumu oluşturan kurumları, toplum-birey ilişkilerini ve bireylerin üstlendiği toplumsal cinsiyet rollerini görünür kılmaktadır. 1911 yılında yayımlanan, Fecr-i Ati mensuplarından Cemil Süleyman Alyanakoğlu’na ait olan Siyah Gözler isimli romanda aldatıldığı için eşinden ayrılan dul bir kadının toplumsal süreçler bağlamında yaşadığı sorunlar söz konusu edilmiştir. Evlenmek ve toplumun meşru gördüğü şekilde cinselliğini yaşamak isteyen genç kadın, kendisine toplum tarafından çizilmiş çerçeve içerisinde isteklerini yerine getirememektedir. Dul kadın eski eşinden ayrıldığı on senelik süre boyunca sosyal hayattan yalıtılmış ve eve hapsolmuştur, bu da onun bireysel arzularını tatmin etmesini engellemiştir. Bu noktada dul kadının istediği gibi davranmakla toplumsal baskılar arasında yaşadığı çelişkiler, romanda etraflı bir şekilde söz konusu edilmiştir.

Romanın merkezinde yer alan genç kadın, özellikle namus-namussuzluk ikilemi etrafında toplumsal kontrolü üzerinde hissetmekte, yaşı ve medeni durumu ile yaşamak istediği cinsel deneyimler arasında kalmaktadır. Kadın, kapalı bir toplumun üyesidir ve toplum, Tanzimat döneminden itibaren modernleşmeye başlamıştır. Ancak devlet, siyaset ve edebiyat merkezinde gerçekleşen modernizasyon girişimleri, meyvesini kadınlık rolleri bağlamında vermemiş, toplum ataerkil anlayışın etkisinden kurtulamamıştır. Genç kadın, kendisini içinde bulunduğu toplumun toplumsal cinsiyet rollerini yaşamak zorunda hissetmiştir, aşk ile sosyal ahlak arasında kalmıştır.[1] Bu da dul kadının ahlaki bir çatışma yaşamasına yol açmıştır.

 

Feminizm, Toplumsal Cinsiyet ve Edebiyat Eleştirisi

Feminizmden doğan, başta kadının toplum içindeki konumunu ve durumunu ele alan ama giderek kadın çalışmalarından bağımsızlaşıp kadınlık ve erkeklik olguları üzerine yoğunlaşan toplumsal cinsiyet çalışmaları,[2]bireyin toplum içerisinde kazandığı rollerin mahiyeti üzerinde durmakta; bunların sosyal, psikolojik, ekonomik, antropolojik ve kültürel görünümlerini çözümlemeye çalışmaktadır. Bu manada, toplumsal cinsiyet kuramına geçmeden önce feminizm üzerinde durmakta yarar bulunmaktadır.

Feminist hareketler, esas itibarıyla aydınlanmacı ve kapitalist modernleşmenin getirdiği ve aslında köken olarak Antik dönemden[3] beri var olan kadın merkezli eşitsizliklere bir tepki olarak doğmuştur.[4]Feminist tarih, erkeklerin iktidarını ve kadınların erkeklerin iktidarına direnç ve direnişlerini incelediği kadar kadınların iktidar alanlarını ve erkeklerin kadınlara direnişini de inceler.[5] Bu manada bir kadın hareketi olan feminizm, sanayileşme öncesinde geleneğin ürettiği “kadın” temsilleriyle ve kalıp-yargılarıyla ilgilenmekte/mücadele etmekte, sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan kadın-erkek karşıtlığı/eşitsizliği üzerinden kadın haklarını savunmaktadır.[6] Durakbaşa, feminist sorgulamayı kadının, konumunun getirdiği zincirlerin ayırdına varmasıyla ilişkilendirmekte, feminist taleplerin eksiksiz yurttaşlık ve kadınların yoksullaşmasına karşı korumacı ve kollayıcı tedbirler çerçevesinde oluştuğunu söylemektedir.[7] Bu manada, Latince “femina”dan türeyen “feminizm” kelimesi “kadının erkekle ırksal, toplumsal, ekonomik ve tinsel eşitliğini elde etmek için çaba sarf ettiği bir isyan anlamına gelmektedir.”[8] Tanımdan da anlaşılacağı gibi feminizmin araştırma alanı, ataerkil yapının ürettiği “erkeklik” anlayış[lar]ıdır. Erkeklerin toplum, devlet ve kültür alanındaki hâkimiyetleri, kadınları ikinci plana atmaları ve bu anlayışlarının kökenindeki dinî, felsefî ve kültürel anlayışların eleştirisi feminist kuramların ana çıkış noktası olmuştur. Ancak ilerleyen süreçte, özellikle XIX. yüzyılda feminist hareketler farklı bir çehreye bürünmüş, cinsel devrimle birlikte “cinsiyetin ve bedenin tanımı ve sınırları[nı]”[9] tartışma konusu yapmıştır.

Feminist kuram, XX. yüzyılın ortalarından itibaren erk ve ataerkillik bağlamında toplumsal cinsiyet rejimlerini incelemeye başlamış, toplumsallığın cinsel ve toplumsal kimlik üzerindeki dönüştürücü etkisini ele almıştır. Bu durum da kuramın, toplumsallık bağlamında yeniden oluşturulmasını ve toplumsallığın cinsiyetle ilişkisini sorgulayan bir veçhe kazanmasını sağlamıştır. Toplumsallığın çerçevesini oluşturan erk ve ataerkil düzen, cinsiyet rejiminde ve kimliğinde çok yönlü etkilere sahiptir. “Cinsiyet” veya “cinsiyet rolleri” adı verilen olgu, toplumsal çerçevede tanımlanmaktadır. Feminizmin mirası doğrultusunda daha çok kadınlık rolleri ve temsilleri üzerinde duran toplumsal cinsiyet çalışmaları, artık erkeklik rolleri ve temsilleri üzerine yapılan çalışmalarla farklı bir yöne kaymaya başlamıştır. Bu bağlamda toplumsal cinsiyet [rolleri] üzerinde de durmak gerekmektedir.

Erki temsil eden toplumun değiştirici ve dönüştürücü bir kudreti vardır. Toplum; dinî, ırkî ve kültürel gelenekler yoluyla birtakım roller üreterek bu rolleri kadın ve erkeğe sunmakta, dikte etmektedir. Kadın ve erkek bireyler de toplumsal süreçler içerisinde öğrendiği/edindiği rolleri içselleştirerek toplumun diğer üyelerine aktarmaktadır. Bir bakıma toplum, erkek ve kadınlığı kültürel çerçeve içerisinde tanımlayarak rol kalıpları üretmektedir. Connell, bireyin doğuştan kazandığı/getirdiği cinsiyet özelliklerinin üzerine çeşitli beklentiler, inançlar, hedefler ve sorumluluklar bindirildiğini ve bunun üzerinden yeni bir cinsiyet tanımı yapıldığını söylemektedir.[10] Toplumsallığın cinsiyet rejimi üzerindeki baskısını fark eden feminist eleştirmenler, kadını toplum içerisinde anatomik yapısıyla anlama ve tanıma konusunda “seks” kelimesinin yetersiz kaldığını ve eril bir anlam içerdiğini tespit ederek “gender” kelimesini kullanmayı tercih etmiştir.[11] Toplumsal cinsiyet kuramı, doğuştan getirilen biyolojik cinsiyet ile sonradan, toplumsal süreçler ve ataerkil anlayışlar doğrultusunda edinilen cinsiyet rolleri (toplumsal cinsiyet) arasında ayrım yaparak “seks” ve “gender” terimlerini incelemelerinin merkezine almıştır.[12] “Seks/cinsiyet” bireyin doğumla getirdiği biyolojik cinsiyetini; “gender/toplumsal cinsiyet” toplumun ataerkil anlayış ve süreçler içerisinde ürettiği kadınlık ve erkeklik rollerini karşılamaktadır. Kamla Bhasin; herkesin erkek veya dişi olarak dünyaya geldiğini, ancak toplumun bireyi zamanla farklı nitelik, davranış modelleri, rolleri, sorumlulukları, hakları ve beklentileri doğrultusunda bir erkek ve kadına dönüştürdüğünü ifade etmektedir.[13] Bu da feminizm araştırmalarının yeni bir evreye geçtiğini, kadının önündeki temel sorunun edinilmiş cinsiyet rolleri olduğunu göstermektedir.[14]

Toplumsal cinsiyet çalışmaları; cinsiyet rolleri üzerinde durmakta, toplumla cinsiyet rolleri arasındaki ilişkinin niteliğini belirlemeye çalışmaktadır. Cinsiyetin kültürel anlamlarını içeren toplumsal cinsiyet rolü, “toplumun tanımladığı ve bireylerin yerine getirmelerini beklediği cinsiyetle ilişkili bir grup beklentidir.[15] Toplum, var olan deneyimlerin ve bilgi birikiminin bir sonucu olarak bireylere birtakım roller vermekte ve onların bu rolleri toplum içerisinde taşımalarını ve yerine getirmelerini istemektedir. Toplumsallaşma süreci içerisinde davranış rollerini birey, ya gözleyerek ya da uygun olan davranışların ödüllendirilmesi, uygun olmayan davranışların ise cezalandırılması yoluyla öğrenmektedir.[16] Rollerin bireylere öğretilmesinde aile, okul, mahalle, dinî kurumlar, akran grupları gibi sosyal kurumlar vazife üstlenmektedir. Bir bakıma toplumsal cinsiyet rolleri, toplumun gelenekselliğini korumakta, süregiden hayat içerisinde toplumun kodlarının sonraki nesillere taşınmasını sağlamaktadır. Bireylerin edindiği roller, onların olaylar karşısındaki tavır ve tepkilerinin niteliğini belirlemekte ve toplumsal erk tarafından oluşturulan geleneğin sürmesini sağlamaktadır. Kadın cinselliği, namus ve iffet, eşcinsellik, kadın-erkek ilişkileri/eşitsizlikleri, özgür cinsel deneyimler, bekâret, kadının çalışma hayatındaki rolü, efemine/kadınsı erkeklik, modernleşme/ulus devlet ve kimlikler, toplumsal dönüşümlerin kimlikler üzerindeki etkisi gibi konular toplumsal cinsiyet rollerinin niteliği ve değişimi açısından ele alınmaktadır.  Toplumsal cinsiyet merkezli eleştirilerin ataerkillik ve gelenek karşıtı bir zemine oturduğunu belirtmek gerekmektedir. Ataerkil toplumsal kurumların ürettiği geleneksel anlayış, kadını belli bir kalıba sokmuş ve o kalıp içerisinden anlamaya ve tanımlamaya çalışmıştır.[17]

Genel olarak feminizm ve toplumsal cinsiyet merkezli araştırmalar; kadınlık, kadın bilinci, kadın dili, kadın sömürüsü, kadının topluma yabancılaşması ve üretim ilişkilerinin dışına atılması, metalaşma, cinsel özgürlük, eşcinsellik, evlilik karşıtlığı, ataerkillik ve erkek egemenliği, yabancılaşma gibi konular üzerinden edebiyat eserlerini eleştiriye tabi tutmaktadır.

Siyah Gözler’de Toplumsal Cinsiyet ve “Dul Kadın”

Fecr-i Ati döneminin romancısı Cemil Süleyman Alyanakoğlu’nun Siyah Gözler isimli romanında, toplumsal cinsiyet rollerinin romanın başkahramanı “dul kadın” açısından ne tip karşılığı olduğu üzerinde durulmadan önce, romanın özetini vermekte yarar vardır: Eski eşinden aldatılarak ayrılan genç dul kadın, namus engelinden dolayı on sene hiçbir erkekle birlikte olmaz. Genç bir erkek, kış ayı boyunca dul kadını takip ve taciz eder. Bu takipler, genç dul kadının çatışmalarının gün yüzüne çıkmasına vesile olur. Dul kadın bir süre sonra “tatmin edilmemiş heyecanlarını” düşünerek genç erkeği arzular, önce onu hayal ederek oto-erotizm yaşar, sonra da cinsel ihtiyaçlarını genç erkekle tatmin etmeye başlar. Genç erkeğe bağlanan dul kadın, eski evliliğinde olduğu gibi tekrar aldatılmaktan korkar. Genç erkeğin tek amacı, dul genç kadınla cinsel ilişki yaşamaktır.  Eşinin kendisini aldatmasının ardından aldatılma düşüncesini bilinçaltına iten genç kadın, genç erkekle ilişkisinde bu düşünceyi bilinç düzeyine çıkarır. Bu doğrultuda oldukça kıskanç olduğunu, ona kendisini aldatmaması gerektiğini birkaç defa söyler. İlerleyen süreçte sevgilisini genç bir kızla vapurda ve çayırda gören dul kadın, onunla son kez cinsel ilişki kurar ve onu içinden gelen sesi dinleyerek öldürür.

Toplumsal cinsiyet rolleri açısından “dulluk”[18] Türk toplumunda kadın davranışlarının şeklini belirleyen çok güçlü bir çerçeve sunmaktadır. “Dul kadın” kelime grubu ise “yüz görmüş, koca görmüş, kocaya varmış kadın, dul kadın[19] biçiminde tarif edilmektedir. Tarifte, kocaya yapılan atıf, cinsiyetçi söylemin erkek egemenliğine bağlı olarak oluşturulduğunu ve kabul edildiğini açık bir biçimde göstermektedir. Evliliğin normal, dulluğun ise eksikli görüldüğü bir toplumda eşinden ayrılmış bir kadının tüm davranışları, toplumun dikkatini daha fazla çekmektedir. Dul kadınlar, diğer kadınlara göre davranışlarını daha fazla kontrol etmekte, dile düşürülerek zaman zaman düşük kadın olmakla itham edilmektedir. Siyah Gözler romanında başkahramanın dul bir kadın olması, yaşadığı toplumsal baskıyı daha fazla hissetmesine sebep olmaktadır. Romanda toplumun büyük bir kesimi tarafından kabul edilmiş bu anlayışın izlerini görmek mümkündür. Genç kadın, kendisini takip eden gençle herhangi bir ilişki yaşamamasına rağmen onu arzu etmektedir ancak bunu da “gayrimeşru rabıta” olarak görmektedir. Dul olduğu için toplumun kendisini “düşük kadın” olarak görebileceği korkusuyla genç erkeğe şu sözleri söylemiştir: “Rica ederim gidiniz; benden uzaklaşınız… ben zannettiğiniz kadınlardan değilim…” (s.19). Görüldüğü gibi, dulluğun toplum içerisinde “zannedilen” ve kabul edilen bir çerçevesi ve tanımı vardır. Toplumsal baskıları üzerinde hisseden kadın, genç erkeğe bunu hatırlatarak toplum tarafından hoş karşılanmayan bir duruma sebebiyet vermek istememektedir. Meşruiyet, toplum tarafından belirlenmektedir; elbette bu durum, eşinden ayrılmış bir kadının hem uymak zorunda olduğu hem de doğal isteklerini gidermek istediği ikili bir durum arz etmektedir. Kendisini yaşadığı toplumun kurallarına uymak zorunda hisseden genç kadın, bir yandan da aşk ve cinsellik ihtiyacını gidermek istemektedir. Kendi içine çekilen, evde yaşamak zorunda bırakılarak toplumsal ve ekonomik hayattan yalıtılan dul kadın, toplumun çizdiği çerçevede acı yaşamaktadır: “Şimdi dulluğun bütün acısını hissediyor…” (s. 23). Dul kadının en büyük korkusu “dile düşmek[tir]”: “…ben dul bir kadınım, herkesin lisanına düşmek istemem…” (s. 66).toplumsal cinsiyet

Otuz yaşında olan genç kadının hayat alanını kısıtlayan dulluk, onun yeni bir hayat kurmasının önünde engel olarak durmaktadır. Ayrılsın ayrılmasın, sadece bir erkeğe ait olan kadın, yıllarca kendisine getirilen evlilik ve aşk tekliflerini reddetmiştir. Toplumsal baskıyla karşılaşabileceğini düşünen ve hiçbir erkekle yakın bir ilişki kuramayan genç kadın, bir bakıma toplum tarafından tek kişilik bir hayat yaşamaya mahkûm edilmiştir.

“Şimdi gözünün önünden hatıralar bir bir gelip geçiyor; bunların arasında, bir müddet vakf-ı hülya edildikten sonra birer vesile ile vazgeçilen münasebetler, birinin reddedilmiş dest-i izdivacı, bir diğerinin iade olunmuş bir hediyesi, ihmal edilmiş aşk, cevapsız bırakılmış bir mektup, perestiş olunan bir kadının hayatını dolduran ufak tefek vekayi, gururunu okşayan lâtif hatıralar, beyninin etrafında melül ve müşteki dolaşıyorlar…” (s. 15-16)

Dul kadın için evlilik veya arkadaşlık yoluyla yeni bir hayat kurmak imkânsızdır. O, “ayıp” ve “utanç” kavramları etrafında toplumsal hayattan uzaklaştırılmış, insanların kendisini ayıplamaması için toplumsal ilişkilerini belli bir düzene oturtmaya çalışmıştır. Zira toplumun kabul etmediği küçük bir hareket, yanlış bir izlenime, dahası toplumsal yaptırıma sebep olabilecektir. Durakbaşa’nın Peristiany’ye atıf yaparak açıkladığı gibi, “utanç” kavramı etrafında toplum, kadınların davranışlarını (özellikle cinsel davranışlarını) düzenlemekte ve kadını cinsel iffetiyle tanımlamaktadır.[20] Genç kadın, sevmenin bir utanç ve iffet meselesi olduğunu düşünmektedir. Sevdiğini kendi kendisine itiraf ettiğinde bunun bir çılgınlık olduğunu düşünerek sevme duygusundan uzaklaşmaya çalışmaktadır: “(…) Yoksa seviyor muyum..? dedi. Fakat bu, çılgınlıktan başka bir şey değildi. Henüz bir diğerinin felaket zehriyle sızlarken… Birden, bir isyan-ı efkârla: Hayır, dedi. Asla…” (s. 15)

Utanç duygusu, genç kadının her adımını düşünerek atmasına yol açmaktadır. Toplum, onun utanılabilecek herhangi bir davranışı karşısında kendisini mekanizmaları aracılığıyla hissettirecek ve yaptırım uygulayacaktır: “Genç kadın, şimdi kalbini kemiren bir tereddütle neye karar vereceğini düşünüyor; ibtidâ düşünülmeden yapılan bir şeyin ileride nedâmet-bahş olacak bir hata şeklinde tezâhür edebilmesi ihtimalinden endişe ediyordu.” (s. 50)

Utanç duygusu, sadece bir erkekle konuşma/görüşme aşamasında ortaya çıkmamaktadır. Toplumun kabul etmediği bir ilişki, özellikle cinsel ilişki, kadının ayıplanmasına da yol açmaktadır. Toplum, güçlü bir kontrol mekanizmasına sahiptir ve bu mekanizmayı bireylerin vicdanlarında hissetmesini sağlamaktadır. Özellikle, seks ve bedensel arzular; utanma duygusunun en önemli kaynağı olarak belirmekte, bireyi doğal ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaklaştırmaktadır. Toplumsal beklentiler etrafında şekillenen utanç ve ayıp kavramları, evli olmayan bir kadının yaşadığı cinsel deneyimle daha fazla su yüzüne çıkmaktadır.[21] Siyah Gözler’de genç kadın, partneriyle yaşadığı cinsel deneyimden sonra toplumun evlilik dışında cinsel deneyimi yasaklayan kurallarını düşünerek “hicap” duymakta, bu duygu altında ezilmektedir: “Şimdi bunu düşündükçe kalbinde derin bir eza duyuyor; kendisini, yabancı bir erkeğin kolları arasında hissetmekten duyulan hicapla eziliyordu.” (s. 53). Yaptığı muhasebede sadece cinsel deneyimin değil, aşkın da utanılacak bir duygu olduğunu düşünen genç kadın, hissettiği duyguların “içtinab” doğuran bir felaket olduğunun farkındadır: “(…) Daima bu gibi şeylerden ictinâb eder; aşk, ona en büyük bir felaket gibi gelirdi.” (s. 73). Kadının aşk hissini yaşamaktan korkmasının arkasında, on sene önce yaşadığı acı deneyim vardır. Eşi tarafından aldatılmış olması, yeni bir “felaket” yaşamaktan korkmasına sebep olmaktadır. Bu durumda onu korkutan sadece toplumun bireysel hayatındaki rolü değil, geçmişte yaşadığı vakanın bir daha tekrarlama ihtimalidir.

Genç kadın, duygularını yaşama konusunda toplumsal beklentileri gözetmekte, bedeninin arzularını buna göre kontrol altında tutmaktadır. Toplum, onu “namus”una sahip olup olmamasına göre sınıflandırabileceği için gerçekleştireceği tüm davranışlar (özellikle cinsel olanlar), onun yaftalanarak kötü kadın olarak anılmasına yol açacaktır. Gelenek ve dinin baskılarının yoğun olarak hissedildiği toplumlarda ayıplama ve utanç mekanizmalarının öne çıkması, bireyin doğasıyla kültür arasında yaşadığı derin çelişkiyi gün yüzüne çıkarmaktadır. Hissettiği nedamet duygusuyla yaptıklarını çılgınlık olarak görmektedir: “Ben ne yaptım yarabbi..? diyordu. Şüphesiz, bu yaptığı bir çılgınlıktı. Fakat bir kere olmuştu. Şimdi azîm bir nedâmetle vaziyetini düşünüyor; zihninde buna karşı verilecek cevabı hazırlıyordu.” (s. 59).

Doğu toplumlarında daha çok kadınla ilişkilendirilen “namus” kavramı,[22] Siyah Gözler’in başkahramanının yaşadığı toplumsal baskının kilit noktasını oluşturmaktadır. Devellioğlu’nun sözlüğünde “kanun, nizam” tanımlarının ardından “ar, edep, hayâ, ırz, temizlik, doğruluk[23] gibi karşılıklara sahip olan namus, Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde de “Bir toplum içinde ahlak kurallarına ve toplumsal değerlere bağlılık, iffet, dürüstlük, doğruluk.[24]şeklinde tanımlanmaktadır. Bu tanımlardan da anlaşıldığı kadarıyla toplumsal kurallar ve geleneklerin çerçevesini belirleyen normlar, “namus” kavramının tanımında da güçlü bir etkiye sahiptir.

Dul kadın, üyesi olduğu toplumun beklentilerini karşılamak isterken toplumsal cinsiyet rolleri etrafında “namus” merkezli bir dizi problem yaşamaktadır. Romanda “dulluk”, “utanç” ve “ayıp” gibi kavramlar “namus” etrafında özel bir önem kazanmakta, genç kadının kendi benliğinden uzaklaşmasına, içinde bulunduğu toplumun ilişkiler düzeniyle çatışma yaşamasına sebep olmaktadır.[25]  Toplumun dul bir kadın olarak kendisinden beklediklerinin farkında olan genç kadının eylemleri “namus, namussuzluk, namuskârlık” gibi kelimelerle birlikte vererek toplumsal cinsiyet rollerinin gücü vurgulamaktadır.

Siyah Gözler’in başkahramanı dul kadın, genç erkekle ilişki kurmadan önce ve sonra “namus-namussuzluk” kavram çifti etrafında ikilemler yaşamıştır. Genç erkeğin kendisini takip ve taciz etmesi karşısında, “Rica ederim, beni bırakınız… bu yaptığınız şeyin namuslu bir kadına karşı bir hakaret olduğunu düşününüz.” (s. 24) diyerek toplumsal baskılardan korktuğunu, “namussuz” olarak yaftalanmak istemediğini açıkça ifade etmiştir. Toplumun kurallarına göre evlilik dışında bir erkekle konuşmak namussuzluk olarak adlandırılmaktadır. Dul kadın, genç erkekle konuşurken bile namussuz olarak adlandırılabileceğini bilmektedir:

“(…) Zaten ufak bir lakırdının bir iki gün içinde çocukların ağzına düşecek kadar her şeyi i’zâm eden bu muhitte, bir erkekle konuşmanın ehemmiyetini düşündü; sonra kendi mevkiini gözünün önüne getirdi. Lâkin bu, bir namussuzluktan başka bir şey miydi?.. İşte o da diğerleri gibi yapmıyor muydu?” (s. 25).

Dul kadın, genç erkekle cinsel ilişki yaşadıktan sonra yaptığının bir namussuzluk olduğunu düşünmüş ve yaşadıklarından pişman olmuştur. Genç kadın, üyesi olduğu toplumun namus konusunda çizdiği çerçeveyi içselleştirmektedir bu da onun erkek egemen toplumun toplumsal cinsiyet rollerinden yoğun olarak etkilendiğini göstermektedir.

“(…) Yarabbi, o zaman buna nasıl razı olmuştu?.. Fakat bu bir namussuzluktan başka bir şey değildi. Şimdi gözünün önünde bir hakikat yaşıyor; o zaman düşünülmeden ihtiyâr olunan hareketler, bütün çirkinlikleriyle birer birer kesb-i vuzuh ederek onu elim bir mesuliyet-i vicdaniye altında müttehem gösteriyordu.” (s. 53).

Dul kadın, yaşadığı ilişkinin sonucunda kendisini namussuz hissetmekte ve “mesuliyet-i vicdaniye altında” kalmaktadır. Toplum, cinsiyet rejimini bir vicdan meselesi haline getirmiş ve toplumsal rolleri bu çerçevede belirlemiştir. Bu rollere uygun olmayan bir davranış göstermekse kişinin “müttehem” görülmesine yol açmaktadır.

Dul kadın, yaşadığı cinsel ilişkinin sonucunda geri dönüşü olmayan bir yola girerek her şeyin bittiğine inanmaktadır. Bu çerçevede alçaldığını ve bu alçaklıkla artık yaşayamayacağını düşünmektedir: “Demek bitti; artık her şey bitti…” dedi. Oh evet, artık her şey bitmiş ve o, bir alçak, bir namussuz olmuştu. Bunu düşündükçe yeisinden çıldırıyor; Oh, artık yaşayamam… diyordu.” (s. 61). Evlilik öncesinde ya da dışında yaşanan bir cinsel ilişki, bu ilişkiyi yaşayanın ölümü düşünmesine yol açmaktadır. Ölüm, toplumun meşru görmediği davranışın sahibinin temizlenmesini sağlayacaktır: “Şimdi şurada birdenbire ölüverse… Oh, bu o kadar güzel bir şeydi ki kalbi bir hiss-i ademle dolarak yok olmaktaki hazz-ı manevi ile ruhunda ebedi bir istirahat-i vicdaniye duydu.” (s. 62). Ölüm, dul kadının vicdanını rahatlatmak için bulduğu bir çaredir.

Toplum tarafından kabul edilmeyen bir cinsellik karşısında hayatına son verme kararı, onun toplumsallığı ne denli içselleştirdiğini göstermektedir. Genç kadın, içinde yaşadığı toplumun kendisine biçtiği rollerin ve bu rolleri yerine getirememesi karşısında ne gibi bir sonuçla karşılaşacağının farkındadır. Bu yüzden ölüm, onun tercih edebileceği bir kaçış ve çıkış noktası haline gelmiştir. Ölümle gelen kurtuluşu, toplumsal bir yaptırımdan uzaklaşmak ve toplumun zihninde oluşturduğu ağırlıktan kurtulabilmek için çıkış yolu olarak görmektedir.

Romanda çok fazla vurgu yapılmamasına rağmen genç kadının yaşadığı bedensel kirlilik duygusunun ardında, dinî inançlarının yattığını söylemek mümkündür. 1900’lü yılların başındaki Osmanlı toplumunun din ekseninde yapılandığını ve dinin toplumsal olayların gerçekleşmesi ve açıklanmasında önemli ve güçlü bir arka plan olduğu bilinen bir gerçektir. Din, bedenin ve iffetin korunması için güçlü bir referanstır. Kadın ve erkek iffetine değer veren bir din olan İslamiyet’in kutsal kitabı Kur’ân-ı Kerim’deki farklı ayetler bunu göstermektedir.[26] Dinî referanslarla geliştirilen namus anlayışı İslâmî söylemi etkilemiş, kadın bedeni ve cinselliğinin kontrolü, kadının bedeni aracılığıyla denetlenmeye ve yönlendirilmeye çalışılması Müslüman toplumlarda önemli bir sorun olmuştur.[27] Kadın bedeninin bu denli kontrol altında tutulmasının sebebi, “cinselliğin etkin bir tehlike odağı ve toplum için potansiyel bir kargaşa unsuru olmasıdır.[28] Romanda cinsellik, namus ve kadın bağlamında İslam dininin referanslarına “mukaddesat, tövbe/arınma” sözcükleriyle atıf yapılmaktadır. Dul kadın, genç erkekle evlilik dışı bir cinsel ilişki kurarsa “mukaddesatını nez’[ifsat]” edeceğini düşünmektedir: “(…) Eğer böyle devam ederse bugün o kadar korkulan bu tehlike karşısında metanetlerini kaybediverecek ve artık tamiri kabil olmayan bir hata, ondan en mukaddes bir şeyi nez’ etmiş olacaktı.” (s. 23). Dul kadın, cinselliğin toplumsal ve dini kurallar çerçevesinde yaşanması gerektiğini düşünerek cinsel duygularını için “mukaddesat” kelimesiyle karşılamıştır: “(…) bu çocuk onu sevmiyordu. (….) bir kadının mukaddesatıyla oynamaktan bir zevk duyuyordu.” (s. 25). Toplum; cinsel hayatın ancak resmi ve kurumsal bir bağ kurularak yaşanacağını kabul etmektedir; dul kadın da bu kuralı benimsemektedir.

Genç kadın, yaşadığı cinsel ilişkiden sonra işittiği ezan sesiyle günah işlediğini tekrar hatırlamış ve yaşadıklarını düşünerek “muazzep” olmuştur. Şüphesiz, genç kadının yaptıklarını günah olarak görmesi ve günahlarının acısını çektiği bir sırada ezan sesiyle pişmanlık yaşaması, cinsellikle dinî referanslar arasındaki ilişkiye bir gönderme yapılmak istenmesindendir. Ezan sesiyle genç kadın, mabette insanların günah olarak addedilen eylemlerinden arındığını bilmektedir. Hissettiği pişmanlık ve arınma duygusunun çerçevesini çizen husus, bedenini toplumsal ve dinî geleneklerin refere ettiği meşruiyetin dışına çıkarak bir başkasıyla paylaşmasıdır:

“Karşıda camide sabah ezanı okunuyordu. Ve bu ses, ona o kadar müessir ve o kadar ruhani geldi ki birden, bütün vücudunu ihata eden bir ra’şe-i haşyetle titredi. Bu ses, ona günahlarının bir nidâ-yı irşâdı gibi geliyordu. Mefkûresinin siyahlıkları arasında, bir nur-ı hakikat parlıyor; gözünün önünde, bir şahrâh-ı gufrân açılıyordu. Orada bütün insanlar gelir; kalplerinin siyahlıklarını bırakarak pâk ve nezîh giderlerdi. Genç kadın, şimdi ruhunda ebedi giryelerin lerziş-i hüznünü uyandıran bu sesi dinlerken kalbi bir huşû-i dindarâne ile doluyor; günahlarının nedâmet-bahş telehhüfleriyle muazzep oluyordu. Sonra, bir rikkat-i hissiyatla uzun uzun ağlıyor ve bu gözyaşları, kalbinin zehr-i âlâmını silerek maneviyatını bir şifa-yı tesliyetle yıkıyordu.” (s. 63)

Yaşadıklarının ağırlığına dayanamayan genç kadın, tövbe ederek rahatlamak istemektedir; böylece üzerinde hissettiği toplumsal baskıdan da kurtulacaktır: “(…) Bu akşam ne olacaksa olacak ve bu geceden itibaren her şeye tövbe edecekti.” (s. 68). Tüm bunların ışığında, üyesi olduğu toplumun kadın için ürettiği rol kalıplarını benimseyen genç kadının iradesiyle yaşadığı cinsel ilişkiyi “iğfal” olarak nitelemesi oldukça ilginçtir. Kurduğu cinsel ilişki karşılığında sevgilisinden evlenmek isteyen dul kadın, toplumun çizdiği sınırlar içerisinde kutsal olduğunu düşündüğü cinselliğini bir başkasıyla paylaşması karşısında ıstırap yaşamaktadır. Bu noktada, hiçbir şeyini kaybetmeyecek, toplum tarafından istiskal edilmeyecek olan genç erkeğin ona “istihfaf” ederek baktığını düşünerek küçüldüğünü ve iğfal edildiğini hissetmiştir: “(…) Sonra, onun gözlerinin içinde, kendisine karşı bir mana-yı istihfaf fark ediyor; iğfal olunmuş bir kadına karşı kalbinde bir galibiyet zaferiyle yanından geçerken manidar bir nazarla gülümsediğini düşünüyordu.” (s. 61).

Dul kadın, yaşadığı cinsel ilişkinin niteliğine göre sadece toplum tarafından değil, cinsel partneri tarafından da küçümsenebilmektedir. Ortak ve eşit duygu paylaşımının sonucu olarak gerçekleşen cinsel ilişkinin ardından erkeğin kadını küçümsemesi, erkeğin kendine verdiği değer ve üstünlükle yakından ilişkilidir. Bunun karşısında dul kadın da kendisini iğfal edilmiş olarak görmektedir.

Sonuç

Cemil Süleyman’ın Siyah Gözler isimli romanı, kadının son dönem Osmanlı toplumundaki konumunu ortaya koymaktadır. Romanın başkahramanı dul kadın, üzerinde toplumun erkek egemen baskısını hissetmektedir. Bu yüzden dul kadın, kendisi olarak var olamamakta, bireysel arzularını yaşayamamakta ve bundan dolayı ahlak merkezinde bir çatışma yaşamaktadır. Özellikle aşk ve cinsel arzu, kadının tatmin edemediği bireysel duygular arasında yer almaktadır. Siyah gözlü ve kendisinden yaşça küçük erkeği görmesinden, bu erkek tarafından takip edilmesinden sonra uzun yıllardır tatmin olmayan duygularının farkına varan kadın, dul olmasının getirdiği ağır yükü de hatırlamakta ve bunu yaşamının sonuna kadar bir yük olarak taşımak zorunda taşımak zorunda olduğunu düşünmektedir. Toplumun tanımladığı cinsiyet roller, dul kadının üzerinde ağır bir baskı oluşturmaktadır. Bu baskı, dul kadının arzularıyla toplumsal cinsiyet rolleri arasında ikilem yaşamasına neden olmaktadır.

Ancak dul kadın, sevgilisiyle cinsel ilişki yaşarken toplumun belirlediği cinsiyet rollerini de benimsediğini ortaya koymaktadır. Yaşadığı ilişkinin toplumun ve dinin tanımladığı “namus” kavramı etrafında hoş karşılanmayacağını düşünerek ölümü bile düşünmektedir. Yani dul kadın, toplumun belirlediği cinsiyet rollerini düşünerek yaptığının yanlış olduğuna inanmaktadır. Bu da onun, toplumda kendisi gibi var olmak ve bireyselleşmek isterken bunu başaramadığını ve toplumsal kuralların etkisi altında kaldığını göstermektedir. Dul kadının, yaşadığı ikilem ve çelişkilerin temelinde onun namus-ahlak-arzu üçgeninde yaşadığı çatışma bulunmaktadır. Bu durum da tamamıyla toplumun tanımladığı cinsiyet rolleriyle yakından ilişkilidir.

Romanda, toplumsal cinsiyet rollerinin kültürel bir süreç dahilinde öğrenildiğini görmek de mümkündür. Dul kadın, toplumun kendisine biçtiği rolün farkındadır ve bu rolü dinle ilişkili olarak da açıklamaktadır. Eşi öldükten sonra on yıl boyunca evlenmeyen kadın, toplumun kendisine biçtiği rolün kültürle alakalı olduğunu bilmektedir. Kendisine düşenin, dul bir kadın olarak evinde oturmak, hayatını toplumun belirlediği çizgide sürdürmektir. Bunun için toplumsal hayattan uzak kalmış, insanlarla mümkün olduğunca ilişki kurmamaya çalışmıştır. Toplumun belirlediği kurallar çerçevesinde yaşamını sürdürmemesi durumunda yaftalanacağını düşünmektedir.

[1] Dilara Erdem Yazar, Cemil Süleyman Alyanakoğlu’nun Timsal-i Aşk Adlı Hikâye Kitabı Üzerine Bir İnceleme, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul Kültür Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

[2] Mehmet Bakır Şengül, Türk Romanında Feminizm (1960-1980),  (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Van 2015, s. 10.

[3] Aristo, kadının aşağı bir sınıfa mensup olduğunu, toplumsal ortamda ve hiyerarşide bireyliği hak etmediği, dolayısıyla erkeğe/devlete tabi olması gerektiğini söyler. Bkz. Mehmet Ali Ağaoğlulları, Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal Düşünceler, İletişim Yay., İst. 2011, s. 141-151; Will Durant, Felsefenin Öyküsü, (Çev.: Ender Gürol), İz Yay., İst. 2010,  s. 102.

[4] Bkz. Serpil Sancar, Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti-Erkekler Devlet, Kadınlar Aile Kurar, İletişim Yay., İst. 2014, s. 42-43.

[5] Ayşe Durakbaşa, Halide Edip-Türk Modernleşmesi ve Feminizm, İletişim Yay., İst. 2014, s. 38.

[6] Sanayileşme öncesinde kadının eve hapsedilmesinin doğal karşılanması, eşit yurttaşlık talepleri ve ataerkillik; Sanayi Devrimi’nin ardından ailenin üretim birimi olmaktan çıkmasıyla kadının iş hayatına katılması, emeğinin sömürülmesi, işinden kolayca atılması, ağır şartlar altında çalıştırılması feminist hareketin temel problemi olmuştur. Bkz. Elif Tekin, 1980 Sonrası Türkiye’de Feminizmin Görünümü, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007, s. 6-8.

[7] Durakbaşa, a.g.e., s. 53.

[8] Shivika Verma,”The Novels of Shobha de: A Feminist Study.” Indian Writings in English, Ed. Binod Mishra ve Sanjay Kumar, Atlantic Publishers & Distributors 2006, s. 191-197.’den akt. Elmas Şahin, Leyla Erbil’in Eserlerine Feminist Bir Yaklaşım, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2009, s. 6. Belirtmek gerekir ki pek çok çalışma, sözlük ve tezde farklı feminizm tanımlamalarına yer verilmiştir. Buraya alınan tanımın tüm tanımları kapsayan bir genelleştiriciliğe sahip olduğu düşünülmektedir.

[9] Süleyman Hayri Bolay, Felsefe Doktrinleri ve Terimleri Sözlüğü, Nobel Yay., Ank. 2009, s. 193.

[10] R. W. Connell, Toplumsal Cinsiyet ve İktidar, Toplum, Kişi ve Cinsel Politika, (Çev: Cem Soydemir), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1998, s. 255.

[11] Fuat Çelik, Yeni Toplumsal Hareketler Bağlamında Toplumsal Cinsiyetin Sunumu, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İst. 2010, s. 31.

[12] Zehra Y. Dökmen, Toplumsal Cinsiyet-Sosyal Psikolojik Açıklamalar, Remzi Kitabevi, İstanbul 2009, s. 20-21.

[13] Kamla Bhasin, Toplumsal Cinsiyet, ( Çev.: Kader Ay), Kadav Yay., İstanbul 2003, s. 1-2.

[14] Şengül, a.g.t., s. 10.

[15] Dökmen, a.g.e., s. 29.

[16] Sema Güzel Oruk, Toplumsal Cinsiyetin Oluşumunda Psiko-Sosyal ve Dinsel Faktörlerin Rolü ve Önemi, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İzmir 2007, s. 14

[17] Durakbaşa, a.g.e., s. 40-41.

[18] “Dul” kelimesinin Türk Dil Kurumu’nun elektronik sözlüğündeki karşılığı “Eşi ölmüş veya eşinden boşanmış kadın veya erkek[lerdir].”http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.5571738eca68c9.90203893

[19] Akartürk Karahan, “Tarihi Türk Dilinin Söz Varlığına Katkılar: Kadınla İlgili Kelimeler Üzerine”, Bilkent Üniversitesi l. Uluslararası Büyük Türk Dili Kurultayı Bildirileri, Ankara 2006, s. 3 (1-12)

[20]J. G. Peristiany, Honour and Shame: The Values of Mediterrianeon Society, Weidenfeld and Nicholson, Londra 1965’ten akt. Durakbaşa, a.g.e., s. 87.

[21] Nilüfer Öztürk, Bir Beden Sosyolojisi Problemi Olarak Namus Kavramı ve Kadın Bedeni, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Karaman 2012, s. 141.

[22] Esra Akbalık, Anadolu Sahası Türk Halk Hikâyelerinde Toplumsal Cinsiyet Rolleri ile Kadınlar, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2012, s. 268.

[23] Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi, Ank. 1999, s. 805.

[24]http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.55d9c612103a87.93433496

[25] Korhan Altunyay, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türk Romanında İnsan Psikolojisi, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Denizli 2015, s. 84.‘de dul kadının yaşadığı çatışmanın psikolojik boyutunu aşk-namus ikilemi üzerine kurmuştur.

[26]Kur’ân-ı Kerim ve Yüce Meali, Elmalılı Hamdi Yazır, Temel Neşriyat, Nur suresi/4, 25. Ayet: “İçinizden kim Müslüman hür kadınlarla evlenecek imkâna sahip değilse o ellerinizin altındaki mümin cariyelerle evlenebilir. Allah, değerinizi imanınızla bilir. Siz müminler, hep birbirinizden sayılırsınız. Onun için fuhuş yapmayarak, gizli dost da edinmeyerek namuslu yaşadıkları halde sahiplerinin izniyle onları nikâhlayınız, mehirlerini güzellikle kendilerine veriniz.”; Mâide suresi/5, 5. Ayet: “Mümin kadınların hür olanlarıyla, sizden önce kendilerine kitap verilen toplulukların hür kadınları da iffetlerinizi koruyarak, zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın, kendilerine mehirlerini verip nikâhlayacağınız takdirde size helaldir.”; Isra suresi/17, 32. Ayet: “Zinaya da yaklaşmayın. Çünkü o, pek çirkindir; kötü bir yoldur.”; Mü’minün suresi/23, 5. Ayet: “Onlar, (meşru olmayan cinsel ilişkiye girmeyerek) namuslarını korurlar.”; Nûr suresi/24, 30. Ayet: “Mümin erkeklere gözlerini  (harama bakmaktan) sakınmalarını, namuslarını korumalarını söyle.”; Nûr suresi, 31. Ayet: “Mümin kadınlara da söyle: ‘Gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar, namuslarını korusunlar.”; Nûr suresi/24, 33. Ayet: “Evlenmeye imkân bulamayanlar, Allah onlara hazinesinden bir zenginlik verinceye kadar namuslu kalmaya çalışsınlar.”; Meâric suresi/70, 29. Ayet: “Onlar, apışlarını, ırzlarını korurlar.”

[27] Fatmagül Berktay, Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, Metis Yay., İst. 2000, s. 149.

[28] Deniz Kandiyoti, Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar-Kimlikler ve Toplumsal Dönüşümler, Metis Yay., İst. 2013, s. 148.